Bu Blogda Ara

İzleyiciler

Sayfalar

9 Şubat 2012 Perşembe

Cihangir Cami / Cihangir Mosque





 SARAYDAN ÇIKMADAN YAPILAN FETİH   
                                                     Cihangir Cami 


Osmanlı Hanedanı, nedense İstanbul’un Beyoğlu bölgesinde uzun yıllar boyu yapısal bir etkinlik göstermemiştir. Beyoğlu her zaman ötekidir. Orası bambaşka bir topraktır. İstanbul sınırları içerisinde başka bir kültür… Başka insanlar ve başka mekanlara ait bir yer…

Bu yabancı topraklara, İlk kez Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan, en küçük oğulları Cihangir’in ölümünden sonra, Mimar Sinan’a Fındıklı yamaçlarında tek minareli küçücük bir cami yaptırırlar. Bu küçük camiye ve daha sonra da semte adını veren Cihangir, bedensel engelli oluşuyla, saltanat dünyasında önceden kaderi belirlenmişler arasında yer alır. O diğer erkek kardeşlerinden tamamen farklı bir hayat sürmek zorunda kalır. Babasıyla ava, savaşa giden; Sancak’a çıkan, özel eğitimler alan bir padişah adayı değil, annesiyle sarayda kalmaya mahkum bir şehzadedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın “halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi; olmaya devlet cihân da bir nefes sıhhât gibi” diye başlayan gazelini oğlu Cihangir için yazdığı söylenir.

Şair Ruhlu Bir Şehzade

Cihangir, diğer şehzadelere kıyasla çok hassas ve şair ruhlu bir şehzadedir. Günler boyunca yapacak bir şey bulamadığı harem dünyasında, sarayın dört duvarı içinde yalnızlığını her an hissederek yaşar. Belki de bu derin yalnızlığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mahidevran Sultan’dan olma en büyük oğlu Mustafa’nın gösterdiği yakınlık ve ilgiye karşılık ona ölümüne derinden bağlanmasına sebep olmuştur.

Öyle ki, Nahcıvan Seferi’ne çıkan üvey ağabeyi Mustafa’nın idam haberini aldığında, yemeden içmeden kesilerek hastalanır. Bir ay gibi kısa bir zamanda ağabeyinin yanına, ebediyet diyarına gider. Ruhları birleşse de naaşları farklı yerlere gömülür bu iki kardeşin. Kanuni Sultan küçük oğlunun, on sene önce çiçek hastalığından kaybettiği gözde şehzadesi Mehmet’in yanına gömülmesini isterken, öteki oğlunun naşını, İstanbul’dan sürgün edercesine, annesinin ikamet ettiği Bursa’ya gönderir  

Yitirdiğimiz ünlü siyaset adamı Bülent Ecevit yazdığı bir şiirde, Şehzade Mustafa’nın ağzından Şehzade Cihangir’e seslenerek, iki şehzadenin birbirlerine duyduğu sevgiyi şu dizelerle anlatır.

İki büyük suçumuz var
Seninle benim Cihangir
Biri sevmek biri sevilmek
Bunca büyük suçlarla padişah olunmaz
Biz insanız Cihangir
Bizden tahtlara han olmaz
Sıcağına bak yüreğimizin
Aktıkça gözlerden gözlere
Nasıl eritir birbirini
Tahtların karlı doruğunda

Şehzade Mustafa ve Şehzade Cihangir’in aralarında yakaladıkları yakınlık aslında bir imparatorluk için sıra dışı bir örneği teşkil eder. Çünkü devletin bekası için taht duygusallığa izin veremez…

Yalnızlık İçinde Geçen Kısa Bir Ömrün Sembolü

Şehzade Cihangir’in vefatından sonra, Kanuni Sultan Süleyman, gözde şehzadesi, eşi ve kızı için yaptırdığı devasa yapıların yanında devede kulak denilebilecek, onun anısına küçücük bir cami inşa eder. Cihangir’in bütün bir vaktini geçirdiği çardakta, her gün gördüğü bir yer için yapılan ufak bir cami…

Cami kurulduğundan itibaren beş kez büyük yangın geçirdiğinden ilk yapısı hakkında belli başlı çizimler dışında bir kaynak yok. 1580 tarihli bir çizimden anlaşıldığına göre tek minareli, ahşap çatılı olduğu anlaşılıyor.

Yapıldığı dönemde korulukların içinde, bulunduğu yamaçtan denize atlamaya her an istek duyar gibi duran, adını taşıdığı şehzade kadar yalnız, bulunduğu semtte de Cihangir’in saraydaki hali gibi öteki… Fındıklı’dan dik bir merdivenle çıkılan bu caminin yanına altmış yıl sonra bir Halveti tekkesi kurulur. Önce bu tekke Cihangir Tekkesi olarak bilinmeye başlar ve Cihangir Tevhidi olarak ünlenen bir zikir doğar bu tekkede de.

Dillerden Düşmeyen Semt

Cami zamanla çevrede kurulan yerleşmelerin merkezi haline geldiğinden semtin adı da Cihangir olur. Cihangir bu sayede pek çok şehzadenin yapamadığını anısına kurulan o küçücük camiyle hiçbir hanedan mensubunun başlarda tenezzül edip adına bir yapı inşa ettirmediği toprakları ismiyle fetheder. Gerçekten bu mahalle şehzadenin o ince şair ruhuna o kadar uygundur ki; yüz yıllar sonra ünlü şairlerden Yahya Kemal Beyatlı “Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!  Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak!” dizeleriyle başlayan Hayal Şehir adlı şiirinde, bu semtin manzarasının büyüleyiciliğini anlatır.

Aslında günümüzde de etrafında yükselen sıra sıra apartmanların arasında kare hacmi, iki minareden oluşan yalın mimarisiyle yine yalnız ve soyutlanmış görünür cami. Ama insanların dilinde artık Cihangir var; Cihangir’e gidiyoruz diyorlar, yemeye, eğlenmeye ya da bir bardak çay içmeye; 22 sene süren bir yalnız yaşamı andıklarının farkında olmasalar da, Cihangir adını öğretmeyi başardı küçücük camisiyle İstanbullulara… 

 Conquest Without Leaving The Palace  


The Ottoman Dynasty undertook practically hardly any structural activity in İstanbul’s Beyoğlu district for many years after conquering the city. Beyoğlu was always beyond the realm, a totally different land, another culture within İstanbul’s borders. A place belonging to other people and other venues…

The first time a structure went up in these foreigner lands came when Sultan Süleyman the Magnificent and his wife Hürrem Sultan commissioned the architect Mimar Sinan to build a small mosque with a single minaret on the slopes of Fındıklı after the death of their youngest son, Cihangir. With his physical handicap, Cihangir, whose name was first given to this small mosque, and later to the surrounding neighborhood, was amongst those whose fate in the sultanate realm was determined beforehand. He had to lead a totally different life from that of his other brothers. He wasn’t a sultan candidate who went hunting or to war with his father, who received private education, but a crown prince who was condemned to remain in the palace with his mother. It is said that Sultan Süleyman the Magnificent penned a poem for his son Cihangir that began thusly, “There is no greater object amongst people than the state; nor a state in the world like a healthy
breath.”

A Crown Prince with a Poetic Soul

Compared with the other crown princes, Cihangir had a more sensitive and poetic soul. Not finding anything to do for days on end, he felt lonely every moment within the four walls of the palace in the harem realm. Perhaps it was this deep loneliness that was the reason, The affinity and care shown by his step-brother Mustafa, who was Sultan Süleyman’s eldest son by his first wife, Mahidevran, was the reason for the deep connection to his death.

Such was the case that when he learned word of the death sentence of his step-brother Mustafa, who joined the Nahcıvan Expedition, he went on a hunger strike. Within a month, he joined his brother in paradise. Though the souls of these two brothers merged together, their bodies were buried in different places. While Sultan Süleyman the Magnificent wished his small son to be buried next to his favorite crown prince, Mehmet, who died of measles 10 years before, he sent the body of the other son to Bursa, where his mother was living in exile.

In a poem written by the famous political statesman, the late-Bülent Ecevit, he tells of the love the two crown princes had for each other, address Crown Prince Cihangir from the mouth of Crown Prince Mustafa.

We are guilty of two crimes
You & me, Cihangir
One is to love, the other is to be loved
One cannot become the sultan after committing such big crimes
We are people, Cihangir
Neither of us can ascend to the throne as khan.
Look at the warmth of our hearts
Flowing from eyes to eyes
How does it melt one another
On the snowy peak of their thrones
The affinity that Crown Prince Mustafa and Crown Prince Cihangir had for each other constitutes an extraordinary event for the empire. Because the state’s permanence did not allow throne sensitivities…

The Symbol of a Brief Life Spent in Loneliness

In addition to the giant structures he commissioned to be built in honor of his favorite crown prince, his wife and daughter, Sultan Süleyman the Magnificent also had a tiny mosque constructed for Crown Prince Cihangir after his passing. A small mosque erected for all the time that Cihangir spent in the palace gazebo staring out at some place out yonder…

Fire struck the mosque five times since it was first built, whereas there are no sources regarding its initial structure other than some fundamental drawings. According to a drawing made in 1580, it is understood the mosque had a wooden rook and had a single minaret.

Accessed via a steep staircase leading up from Fındıklı, a Halveti Lodge was established next to the mosque 60 years later. At first, this lodge was known as the ‘Cihangir Lodge’ as well as the Cihangir Joinder, which became a famous rememberance.

The District Constantly on Everyone’s Minds

The district’s name became Cihangir when the settlements which were founded in the vicinity of the mosque over time, gradually turned into a community center. Actually, this neighborhood was so suitable to the elegant poetic spirit of the crown prince that, centuries later, the famous poet, Yahya Kemal Beyatlı exclaimed, “Go in this season with a group of friends and look from Cihangir! For once, leave yourself in the dream facing yourself!” This charm of the view of this neighborhood is conveyed in a poem of his called Hayal Şehir (Dream City).

Nowadays, with its plain architecture comprised of two minarets, the square-planned mosque still looks forlorn and isolated amidst the rows of apartments rising all around it. Nowadays, people have the neighborhood constantly on their minds, saying, “We’re going to Cihangir to drink a glass of tea, to eat or to have fun.” Though they may not aware that they recalled a lonely life that lasted 22 years, they succeeded in teaching the name Cihangir to the citizens of İstanbul with this cozy little mosque…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder